İklim Adaleti Koalisyonu ev sahipliğinde, 6-18 Kasım tarihleri arasında Mısır‘ın Şarm El-Şeyh’de gerçekleştirilecek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCC) 27’inci Taraflar Konferansı (COP27) öncesi düzenlenen ve 4 Kasım’a kadar sürecek olan Uluslararası İklim Konferansları başladı.
Konferansların ilki Halkların İklim Anlaşması III. Küresel Konferansı hafta sonu (28, 29 ve 30 Ekim) gerçekleştirildi.
Halkların İklim Anlaşması III. Küresel Konferansı‘nda “Son dört yılın kazanım ve yenilgilerinden nasıl dersler çıkarabiliriz, 2023’te mücadeleyi nasıl sürdüreceğiz, planları ve kampanyaları bölgesel ve küresel olarak nasıl koordine edeceğiz” sorularına yanıt aramak üzere toplanıldı.
Konferans iklim adaleti hareketi ve sosyal hareketlerdeki tüm kurumlara açık olarak düzenlendi. Gazhane ve İstanbul Tabip Odası gibi mekanlarda bir araya gelinen konferansa fiziksel katılımın yanı sıra Zoom üzerinden de katılım sağlandı. Konferansın ardından paylaşılan basın bildirisi şöyle:
“Kapitalist sömürünün en iyi tanımlarından birini 1845 yılında F.Engels, ‘sosyal cinayet’ terimiyle dile getirmişti. Bu tanımlamayla, sermaye düzeninin binlerce işçiyi yavaş yavaş ölüme sürükleyen bir peş peşe cinayetler sistemi olduğu kastediliyordu.
İklim krizini de bir tür sosyal cinayet formu olarak nitelendirebiliriz. Engels’in yakın dostu Marx da kapitalist gelişimdeki yıkım ilişkilerini görmüş ve gelişmenin belli bir aşamasında üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüştüklerini ve ancak dışarıdan bir baskı gelmesi halinde kapitalist yıkımın engellenebileceğini belirtmiştir.
‘Yıkımın boyutu cinayetten öte imhaya ulaştı’
Günümüzde ise bu yıkımın boyutu cinayetten de öte imhaya ulaştı. İklim krizi tekil bir kriz değil, kapitalizmin krizleri çağında yaşıyoruz ve karşımızda krizleri fırsata çeviren bir kapitalizm var; eriyen buzullar iklim felaketi olmaktan ziyade, altındaki fosil yakıtlara ulaşmaya ve yeni deniz yolları açılmasına olanak sağladığı için fırsat olarak değerlendiriliyor. Sermayenin iklim krizine yanıtı ise yeni krizler yaratmak olacaktır; ırkçılığın, sömürgeleştirmenin, savaşların körüklenmesiyle.
Bu bağlamda, iklim aktivistlerinin son 50 yıldaki mücadelesine bakarsak; düzenlenen alternatif zirvelerin, resmi zirvelerle yeterli düzeyde hesaplaşma içinde olmadıklarını gözlemliyoruz.
1972’de başlayan çevre mücadelesi, ‘sürdürülebilir kalkınma‘ adı altında sermaye tarafından sahiplenildi. Oysa ki bizler, sermayenin kendi ihtiyaçları dahilinde yazdığı ve dayattığı tarihi reddetmeliyiz. Doğayı karbon hesaplamaları ve tarihsel hedefler gibi niceliksel terimlere indirgemesini kabul etmeyip, doğayla ilişkimizi nitelikler üzerinden kurmalıyız. İklim krizi hareketi, sektörlere ayrılmadan, bütüncül bir anlayışla örgütlenmeli. Sınıfsal, bölgesel, etnik ve diğer sosyal hareketlerle dayanışma içinde olmalı. Sınıf mücadelesinin önemi iyi kavranmalı. İşçi-emekçi mücadelesi, ekoloji mücadelesinden ayrı tutulmamalı.
Birleşmiş Milletler‘in (BM) taraflar toplantılarına (COP) muhalif olmamıza karşın, yine de bu kurumların bilimsel raporlarından faydalanıyoruz ve COP organizasyonları muhalif eylemlere imkân sağlıyor. Burada önemli olan, nasıl bir söylem oluşturup, kapitalist söylemle nasıl mücadele edebileceğimizi belirlemek.
Öte yandan kapitalizm, sistem içinde kalan tüm muhalif eylemleri analiz etme gücüne sahip. Alternatif söylemin, sadece tepkisel değil, öneri getiren bir dile, kurucu bir anlatıma sahip olması faydalı olacaktır. Zira yeni bir yaşam kuracaksak, bunun yolu kapitalizme sürekli tepki vererek vakit kaybetmekten değil, tüm mücadelelerin birleşeceği bir noktaya evrilmekten geçecektir.
‘Bölünerek, dağılarak kaybedecek zamanımız kalmadı’
Ayrıca meseleyi sadece iklim krizi kavramına indirgememeli, savaşlarla, bölgesel farklılıklarla, suyun metalaşmasıyla, ormansızlaşmayla, her tarafı saran meta transfer ağlarıyla, insansızlaştırılan yaşam alanlarıyla, korumayı başaramadığımız kültürel hafızayla olan bağlantıları ortaya konmalı; çünkü sadece iklim krizinden etkilenmiyoruz, aslında bir çoklu sorunlar sarmalında yaşıyoruz. Bu bağlamda, kapitalizmle etkili mücadele için ekoloji-politiği kullanmalıyız.
Her birimiz iklim krizinde ve ekolojik yıkımlarda politik yönden sorumluluğumuzu sorgulamalı, her birimiz kendimize şu soruyu sormalıyız:
Hâlâ sistemin içinden düşünmeye devam mı edeceğiz?
Bölünerek, dağılarak kaybedecek zamanımız kalmadı, örgütlü mücadeleyi nasıl kuracağımızı tartışmalıyız.
‘İklim mücadelesi, yaşam hakkı mücadelesine dönüştürülmeli’
Bize düşen görevlerden biri de bilginin demokratikleştirilmesi; elimizin altında geniş bir bilgi kaynağı var ve bunu emekçi halkın perspektifinden yorumlamalıyız. Ayrıca iklim mücadelesi, yaşam hakkı mücadelesine dönüştürülmeli.
Türkiye’de ve küresel düzeyde, iklim krizinin farklı alanlardaki etkilerine ve devlet-sermaye ikilisinin icraatlarına göz atarsak, kapitalizmin yukarıda sıraladığımız niteliklerinin nasıl yıkıma dönüştüğünü görebiliriz:
Halk sağlığı yönüyle durum oldukça endişe verici; enfeksiyon hastalıklarının bulaşması için iklimsel uygunluk gitgide artacağı öngörülüyor. 2010’dan bu yana 21,5 milyon civarında olan iklim mültecilerinin 2050’ye kadar 1,2 milyara ulaşacağı hesaplanıyor.
İklim krizi onca felakete ek olarak, ruh sağlığı sorunlarında da önemli artışa yol açıyor, tedarik zincirini aksatarak, gıdaya erişimi engelliyor. Lancet sağlık raporunda dile getirildiği şekliyle ‘insan sağlığı fosil yakıtların insafına kaldı‘. Halk sağlığı yönüyle yapılması gereken, enerjiden tarıma, sağlığa kadar tüm alanlarda kamu yararını gözeten, toplumcu politika değişikliklerini hayata geçirmek. Afet risk analizi yapıp, yönetim planı hazırlamak ve afetlere müdahale konusunda tüm sektörler arası iş birliğini sağlamak.
‘Ormansızlaşma yönüyle de Türkiye’nin gidişatı çok endişe verici!’
Ağaçlandırma rakamları 1992’den bu yana çok azaldı; son 20 yılda ancak tüm ormanların yüzde 3’ü kadar orman ağaçlandırma ile kazanıldı. Son dönemde ağaçlandırmadan çok daha fazla oranda ormanlık alan 2B düzenlemesi ve ormana verilen enerji, maden, turizm, yol vs. tahsisleri ile kaybedildi.
Yangınlarla yıllık ortalama 9 bin 705 hektarlık orman kaybedilirken, kamu yararı kisvesi altında verilen tahsislerle yıllık 37 bin 869 hektar orman kaybı söz konusu!
Orman yönetmeliğindeki Ek-16 maddesi, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yapılaşmaya uygun tüm ormanlık alanları, orman tanımı dışına çıkarmaya imkân sağlıyor. Bunlara ek olarak, orman sanayisine ucuz hammadde sağlamak için aşırı odun üretimi nedeniyle yakın gelecekte ormanların kendini yenileyemeyip çökme riski söz konusu. Zira 2005 yılında 13 milyon m3 olan odun üretimi, 2021’de 32 milyon m3’e çıkmış durumda.
Tüm endişe verici verilere karşın, halkın mücadelesi de giderek artıyor. Ancak ormanları koruma mücadeleleri yerel eylemlerle sınırlı kalıyor, ülke çapında ortak bir doğayı koruma mücadelesine dönüştürülemiyor. Bunu nasıl başaracağımız üzerinde çalışmamız gerekiyor.
Enerji konusunda, kömürlü termik santrallerin kapatılması hem sera gazı emisyonları hem de noktasal kirlilik yönüyle öncelikli eylem olarak önümüzde. Türkiye’de kömürlü santraller, 1965-2020 yılları arasında 200 bine yakın erken ölüme yol açtı.
Termik santraller nedeniyle kırlar insansızlaştırılıyor, gıda üretimine devam eden insanlar Soma örneğinde olduğu gibi mülksüzleştiriliyor.
Çiftçi nüfus işçileştiriliyor, insanların doğayla ilişkileri koparılıyor. Bize düşen görevlerden biri, termik santralleri kapatmaya çalışırken, kömür sektöründe çalışan 45 bin civarında emekçinin geleceklerini garanti altına almak. Bu işçilerle birlikte örgütlenmenin yolunu bulmalıyız.
Türkiye’de İklim Adaleti Koalisyonu’nun 2022 yılı boyunca eylemlerinde kervanlar, ekokırımın suç olarak tanınması çabaları ve ‘kömürlü santrallerin kapatılması’ kampanyası öne çıkan konulardan birkaçı.
Sınırları aşmak ve ekolojik yıkımları görünür hale getirmek için İrlanda ve Portekiz’le birlikte gerçekleştirilen kervan, Türkiye’de tek seferlik olmadı ve bir kervanlar serisine dönüştü.
Ajanslar – yeşil gazete